Cennet o kadar yakınımızda ki!
Bugünün kalemleri, sözü kendilerinden önce yaşamış hakiki kalemlerden ödünç almadan yazamıyorlar… Ancak o zaman okunabilir sanıyorlar yazdıkları… Ay gibi onlar… Kendi ışıkları yok… Güneşleri, ‘Şems’leri!
Asıl kaynakla ilişkiye girmekten nedense korkuyorlar bu yansıtıcı kalemler… Ya çarpılırsak o ışıktan… Gözlerimiz kamaşırsa… Bugüne kadar bildiğimizi sandığımız hiçbir şey doğru değilse… Bütün yazdıklarımızın bir yanılsama olduğu ortaya çıkarsa…
Sahte hayatların içinde yaşayarak nasıl varılır hakikate! Bir kelime, bir harf nasıl gelir senin kalem-ine… O zaman hemen sarılırsın işte daha önce yaşanmış, yazılmış o hakiki yazılara… Ve hakikatle doğrudan ilişki kurmak yerine, o meşakkatli yolculuğu yapanların üzerinden bir defa daha yazmaya kalkışırsın, her sahte sözünüzle eksilttiğiniz gerçeği…
Taş, ağaç, su sadece birer kelimedir sizin için… Bir hikâye kurup, içine yerleştirmeye çabalarsınız hemen bu kelimeleri… Onların kendi hakikatlerini hiç merak etmezsiniz… İç seslerini harflerin… Kanat çırpmalarını, kâinatın ahenkli zikrine katılışını her birinin… Ve sizi nasıl değiştirdiklerini göremezsiniz yazarken… Siz sadece hikâyelerle ilgilenirsiniz… Hayatınızın bir hikâyesi olmadığı için kelimeleri zorla, o kurduğunuz derme çatma hikâyelerin içine sokmaya zorlarsınız… Askeri bir yazım şeklidir bu! Kelimelerin gönlünü almayı bilmezsiniz! Onlara verilen canı hissetmeden, siz, kim olduğunuzu nasıl hissedeceksiniz… Allah’ı bilmeden bir kelimeye dokunabilir mi insan? Onu yazıya nasıl sokabilir… Bahçeyi hazırlamadan ağaç fidanını toprağa nasıl dikeceksiniz… Yazının mümbit bahçesi için toprak gereklidir… Allah’ın sizin yazı bahçenize nur yağdırmasına ihtiyaç vardır… Allah’ı bilmeyen bahçe, toprak, su olabilir mi? Bir kelime olabilir mi? Allah’ı bilmeden bir insan yazıya oturabilir mi?
Ey kalemimin hakikat ışığıyla yaptığı en mahrem yolculuklar… Bereketli topraklar… Mümbit yazı bahçeleri… Allah’ın sevgili kullarının bir araya geldiği billur gibi aşk pınarları… Doya doya içiyoruz şimdi bu aşk çeşmesinden… Hakikatin ışığı kalemlerimizi kuşatıyor… Yazıya geliyor bizimle hikmet! Cennet’in dili bilinmeden kelimeler bizi hissedemiyor… Her harf, her kelime önce bizim Cennet’in dilini bilip bilmediğimize bakıyor… Sonra cevap veriyorlar bizim çağrımıza… Onlar için hazırladığımız yazı bahçemize geliyorlar kuşlarla birlikte… Kuşlar, kelimeler ve çocuklar… Ağlıyorum işte burada… Allah’a şükrediyorum… Secdeye kapanıyorum hemen sıcacık toprağın üzerinde… Hissediyorum o an kelimelerin benim için kanat çırptıklarını… Allah’ın huzuruna götürüyorlar beni…
Hiç bitmese bu secde hali yazıda… Secdedeyken yapılan dua nasıl en muteber ibadet ise, secdede yazdırılan yazı da en hakiki yazı olmalı… Kelimelerimle gömün beni… Bir gün ölürsem secdede öleceğim ben… Kelimelerimle birlikte kuşlar ve çocuklar…
Allah’ın huzurunda…
(Yazının sahici bir iç akışı olmazsa Allah’a doğru, o yazı sizi Cehennem’e götürür… Yazarken kaleminizi hissetmeye çalışın… Ay mı etkiliyor sizi, yoksa güneş mi? Karanlık mı, ışık mı? Hangisi!
Ayın hangi hali güneşten en çok ışığı aldığı zamanın içine düşer… Ve kuyunun dibinde o karanlıkta sizi bekleyen kim var?
Onun gerçek olmadığını bize kimse söyleyemez… Ama karanlık ve ateş… Kuyunun ay derinliği delirtmesin sonra sizi…
Cennet’in ışığını bırakıp düşmeyin ne olur bir defa daha Cehennem-in kuyusuna!
Düşmeyin, Allah’tan uzağa! Bir fark etseniz, Cennet o kadar yakınımızda ki! Hayati Sır